15 Ekim 2010 Cuma

TÜRKÇE TARTIŞMALAR

Özgürlükten yanayım, Türkçe'nin korunmasından da! Şimdi düşünüyorum da "Allah'ım ne büyük bir çelişki" zıt bir ifade bu. Hem muhafazakar (<--bknz. bu Arapça) olmak hem de marjinal (<--bknz. bu da İngilizce)...

Şimdi şöyle düşünüyorum:

Şöyleydi, böyleydi diye oyalıyorlar bizi! Neden, çünkü milletimizin geri kalmasını istiyorlar. Kimler? Düşmanlarımız; nerede onlar? Hedef göstermeyeyim çünkü her yerdeler! İçimizde, yakın çevremizde ve dışarıda...

O zaman ne yapmalıyız, soruyorum!

Bence dilimize girmeye aday sözcükleri, hele ki halk tarafından özümsenmişse alalım. Ancak tartışmamız gereken bence bunun ölçüsü ve alma kuralı. Örneğin teknik bir ders veye konferansda eğer dili İngilizce değilse biz çoğu sözcükleri yabancısını kullanma durumuna düşmeyelim. Çünkü o zaman o meslekten kişiyle halk arasında büyük uçurumlar doğar ve iki tür dil açığa çıkar. Gerçi diller arasında eğitim kapsamında sınıf farklılıkları oluyor. Bu doğal olacak ama kendini yetiştirmiş bir araştırmacı veya basın mensubu gidip gökbilimci (astronom) ile söyleşi yaptığında bunu halka duyurmak için kılı kırk yarmaması gerekir. Başka bir örnek:

Biz eğitim dili Türkçe olsun istiyoruz; neden? Çünkü sağ kulağını sol eliyle ensesinin arkasından çevirip de gösterenlerden olmamak için. Öyle ya, çocuklarımızın anadili Türkçe ve siz bildikleri araçla (örneğin sandalet) yürüteceğinize adeta savunmasız bırakıp çıplak ayakla yürütüyorsunuz. Hatta şu benzetme de hoş olabilir: Siz hiç kumsalda ayakkabılarınız ile yürümeyi denediniz mi? İşte anadilde eğitim vermemek tam anlamıyla buna benzer. Oysa anadilde eğitim verseydiniz, yetişen soyumuzun (neslimizin) kumsalı boydan boya koşmasına izin verirdiniz. Ama mevzu sadece kumsalda koşmak değil açık denizlerde de yüzmek gerekir derseniz o zaman da ayağına istediği zaman giyip çıkarabileceği bir palet (ikinci bir dil) verir yüzdürürsünüz.

Yanılıyor muyum?

2 Ekim 2010 Cumartesi

Zamanın en kısa tarihi: HIGGS (10E-33)

Basiti seviyorum... Basit genelde mükemmel, keskin ve isabetli oluyor. Mühendislikte de böyledir ya; başarılı tasarımlar arkasında hep karmaşık şeyler ararız. Aslında o kadar basittir ki öğrenince şaşarız...:)


Tıpkı atom gibi! Şu meşhur evren ölçekleme (-bknz. universe zoom-in&out) vidyoları aklıma (*) geldi. Karşımızdaki insanın suratına bakarken onu bir taze ceviz gibi soyduğunuzu düşünün...

Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok herkes bilir insan kafatasını. Şimdi de nöronların sinaps bağlantıları arasında gidip gelen molekülleri düşünün. Beyinde meydana gelen karmaşık haberleşme ağından daha karmaşık bir yapı veya bilgisayar düşünebilir miyiz! Elbette düşünemeyiz ama molekülleri oluşturan atomlara karşımızdaki kişinin gözlerine bakarken yaklaştığımızı (atom to eye) hayal edebiliriz. Gözleriniz bir elektron mikroskopundan daha keskin (-bknz. quark microscopy, CERN & LHC) olsaydı en son ne görürdük?

En iyisi daha fazla uzatıp da vaktinizi almayayım. Atom yapısındaki çeşitlilik muazzam olsa bile yine bir DNA'ya göre çok basittir. Ama temele baktığımızda sicimlerden oluşan basit bir melodi (-bknz. superstring, higgs) görürüz. Merak ediyorum da bir gün Higgs parçacığını gözlemlersek evreni oluşturan bu ahenk nasıl bir şey?


Hemen yukarıdaki çizimin merkezine baktım şimdi ve aklıma zamanın gerçekten çok hızlı aktığını düşündüm. Bu yazıyı ilk FaceBook'da yorum olarak yazmıştım. Sonra resimler ile sıkmayan bir makale haline getirdim. Karşımızdaki insanın suratına değil de kalbinize baktığını düşünün bi! Düşünün düşünün...:)
Kulaklarınızı yaklaştırırsanız kalp atışlarını duyabilirsiniz. Hayatımız boyunca hatta doğmadan çok önce çalışan o kalbimizden her saniye sayamayacağımız kadar kan hücresi akıp gitmekte...

Dip Not: Lütfen henüz bitmeyen yazının devamı için bir süre sonra tekrar uğrayın. Vidyo eklemeyi düşünüyorum...

(*)< ODTÜ'lü FizikçiRaşid Tuğral kardeşimin çektiği fotoğraf hakkındaki tartışmanın kısa ve net cevabı üzerine aklıma gelen düşünceler. Fotoğrafın güzelliğine bir bakın...:)

11 Eylül 2010 Cumartesi

PENTIUM REŞİT OLURSA: 18 yıl sonra işlemcilerde Moore Kanunu

Önce IBM'den kısa bir haber... Özeti dünyanın en hızlı 4 çekirdekli işlemcisini üretmesi!


Haberi okuduktan sonra aklıma Pentium'un ilk çıktığı 90'lı yıllar geldi. Hani tarihin ilk CPU skandalı olmuştu da işlemcinin bölme (DIVIDE) opcode'unda sıkıntı çıkmıştı. Sonra piyasadan toplamışlardı tabi...:)

Neyse konumuz o değil ama biraz ileriye gidelim ve örneğin 300 Mhz. hızındaki bir Pentium işlemciyi ele alalım. Yaklaşık olarak 18 yıl geçti, dile kolay onsekiz yıl! O zaman doğanlar şimdi reşit oldular. Peki zamanında Intel'in kurucularından olan Gordon Moore amca ne demiş?

"Her 18 ayda işlemcileri hızı ikiye katlanır!"

Şimdi Pentium'un son altı çekirdekli işlemcileri i7'lere bakıyorum da bu gerçekten doğru. Hesaplayalım:

Bugünün son model bir i7'si 3333 Mhz.
Bir yılda 12 ay vardır.
Öyleyse 300 x 12 = 3600 Mhz.

Evet henüz tam 18 yılı doldurmadığımıza göre (-bknz. P5 mimari yıl 1993) bu kanun Intel cephesinde hala geçerli. Ama IBM'in yukarıda bahsettiğim haberine göre kanunu aşırtmış olmalıyız. Çünkü o işlemcinin saat frekansı 5,2 GHz. imiş!

Bunca gelişmeye rağmen hala VAKİT DAR! Hatırlıyorum da bundan 18 yıl önce de Word ve Excel gibi yazılımları kullanırdık. Yine kullanıyoruz. Peki görünümleri dışında hızları değişti mi? Sanki vakit faktörü yine aynı gibi!