14 Eylül 2008 Pazar

Ayrıntı

Hayat, salt olarak değerlendirdiğimizde bile aklımızın alamayacağı nice ayrıntılar ile gizli. Bir de biz insanlar hayatın içerisine inanılmaz ayrıntılar gömüyoruz. Kanunlar, kurallar, sözleşmeler...

Aslında mükemmeliyetçi bir yapım var. Belki ayrıntılara çok düşkünüm. Ama uzun süredir mükemmeliyetçiliğin faydadan çok zarar getirdiğinin farkında bir şekilde yaşıyorum. Üstelik artık ayrıntılardan o kadar çok nefret ediyorum ki onları elimden geldiğince hayatımdan bir bir çıkarıyorum. Çünkü çok vakit alıyorlar...:)

Çok sosyal olmak istesem de öyle herkesle görüşmüyor, her yere üye olmuyorum. Bunu yapmasam daha çok vakite ihtiyacım olacak. Zaten şu halde vakitden şikayet ediyorum. Hatta bütün günümü bir şirkette çalışarak geçirmek beni deli ediyor. Ama n'apalım ekmek parası. Eğer karnımı doyurabileceğim yarım günlük bir iş bulursam iş hayatımda da bir takım tasarruflara gideceğim. Böylece kendime, arkadaşlarıma daha çok vakit ayırabilirim.

Bence siz de ayrıntılardan uzak durmalısınız; sadece kendiniz için değil, aynı zamanda toplum içinde...

Ayrıntılar insanın önününe engel oluyor. Sanırım çok aç gözlüyüz ve bu yüzden o da olsun diyoruz. Sonra bunlar bir bir birikiyor, küçük bir toprak yığını koca dağ oluverip karşımıza dikiliyor. Bir insanın elinden ne gelir, çevresini dolaşmak en basiti ama vakit alıyor. Kurnazlık yapıp dağı delersek o bile vakit alır. Üstelik kanunları delmek gibi yapacağımız bu faaliyet kargaşa çıkmasına, hapse girmenize ve/veya göçük altında kalıp zarar görmenize sebep olabilir.

Ne demek istediğimi mecazi olarak da olsa anlatabiliyor muyum?

Yani kendi elimizle hayata dahil ettiğimiz ayrıntılar bize yük oluyor. Bu farkındalığın içerisinde olup ayrıntılardan uzaklaşmakla beraber hayata ayrıntı katmamalıyız. Böylece çevremiz daha yaşanabilir olur. Bir de beni düşünün:

İşim bilgisayarda tasarım yapmak olduğu için inanılmaz ayrıntılar ile dolu. Ben tasarımı bir bütün olarak görüyorum: grafik tasarlamak ve program yazmak. Neyse bunu başka bir gün irdelerim.

Sanırım burada bitirerek ayrıntıyı anlatmak için daha çok ayrıntıya girmemem iyi olacak...:)

13 Eylül 2008 Cumartesi

Dünya Nüfusu

Hep de teknolojiye yüklenmemek gerekir canım. Bizi yavaşlatan, hayatımızı boşa harcatan ve vaktimizi daraltan diğer bir öğe de nüfus yoğunluğunun fazla oluşu. Belki büyük şehirlerde yaşamayanlar ne demek istediğimi bilemeyecek. Ama en azından bir cuma günü, cami çıkışı kapıda yaşadığınız hadise biraz derdimi anlatabilir...

Şu an dünyada insan nüfusu yaklaşık 6 milyar olduğuna göre eğer aynı hızda bir artış olursa 40 yıl sonra 12, 80 yıl sonra 24, 120 yıl sonra 48 milyar olacak. Yani git gide kabalıklaşıyoruz. Elbette bunun bir çok demografik sonuçları var. Ancak bu istatistiksel verilerle canınızı sıkmadan hizmet noktasına değinmek istiyorum.

Ters orantı: Kalite/Nüfus...

Her ne kadar teknolojiyi kullansak da insan gücü (hatasıyla birlikte) her zaman var. İnsanların bir kısmı başka bir kısmına hizmet ediyor. Bence nüfus arttıkça bu hizmet kalitesi düşüyor. Elbette talep fazlaysa bunu karşılamak için iş gücü de orantılı olarak arttırılıyordur. Ancak bireysel olarak iş gücü her geçen gün düşmekte. Bunlar çevresel etkiler olabileceği gibi finans bakımından da bir tatminsizlik hakim.

Sonuçta bazı insanlar kuyrukta, telefonda veya evinde ümitsiz bir şekilde bekliyor. Beklemeden hizmeti alabilen insan kendini şanslı sayıyor. Aklını kullanan erken davranıyor. Erken davranmanın bazı bedelleri oluyor. Örnek vermeme gerek yok sanırım çünkü hepimizin yaşadığı şeyler. Basit bir pazardan tutun da muayene olmak için askerlik şubesine gitmenize kadar hep bir bekleyiş var. Ama bir dakika buna teknoloji odaklı bir şey daha eklendi! Evet bunu mutlaka yazmalıyım. Çünkü bu çok iyi bir örnek olacak.

Parmak Basma Kuyruğu!

Evet, son günlerde çalıştığım şirkette böyle bir kuyruk türedi. Cami çıkışları gibi olmasa da tek sıra bir kuyruk bu. İş yerlerinin giriş kapısında eskiden beri giriş çıkışları takip etmek için kartlar kullanılır. Bunların ilki delikli olanlar ve hala dünyanın bir köşesinde kullanılıyor olmalı. Sonra içinde yonga (microchip) olan kartlar var ve artık çoğunlukla bunlar kullanılıyor. Gerçi, nasıl unutmuşum; önceside manyetik kartlar da var! Ama sanırım teknolojiye yenik düştü bile. Şimdi ise parmakizi okuyan şeyler kullanır olduk. Mutlaka kornea okuyanları da vardır. Teknoloji işte...:)

Şimdi merak edebilirsiniz kuyruk neden oluyor diye! Hizmeti veren insan değil ama parmak insanın bir parçası. Yani parmağınızda yara veya toz varsa ve doğru basmazsanız yanlış okuma gerçekleşiyor. Sonra cihaz tekrar denememiz için uyarıyor (uğraştırıyor). Aslında artık kuyruklar ilk gün ki kadar fazla değil. Sanırım herkes parmak basmayı öğrenmiş olmalı. Ama bende öğrenmeme rağmen bu sabah ve dün akşam çıkarken bir türlü baş parmağımı tanıtamadım. Halbu ki yara da yok! Uğraş dur ve en sonunda yedeği olan işaret parmağı ile geçebildim!

Kuyruğun sebebi her ne kadar doğrudan insan olsa da bu aletin bir gelişmişi varmış. Parmağın az bir bölümünü bile dokundursanız sizin kim olduğunuzu anlıyormuş. Yani teknoloji iyi bir şey ama parayı bastırırsanız ondan yeterince faydalanabilirsiniz. Az parayla ya canınızı sıkar ya da süre olarak kendinizi kısıtlarsınız. Örneğin Türkiye'deki kotalı internet muhabbeti!

Görünüşe göre konu yine teknolojiye kaydı. Özetle asıl anlatmak istediğim sadece teknolojinin aptallığı (örneğin istediğimizde çalışmayan otomatik musluklar) veya insanın acizliği(örneğin hızlı gitmemizi sağlayan yolcu uçakları ) sorun değil, nüfus artışı kendi başına en büyük sorun. Carl Sagan'nın bir kitabında(*) okuduğuma göre gelişmiş devtelerin az gelişmiş ülkelere yardım etme sebebi insaniyet değilmiş! Tamamen kendi çıkarları için çünkü fakir ülkelerdeki nüfus artışı daha fazlaymış. Eğer fakirlikleri azaltılırsa nüfus artmayacak ve gelişmiş olan ülkeler daha rahat yaşayacak. Sadece bu konu üzerine bir kitap yazılabilir ama bu kadar uzun bir kitap okumak istemiyorsanız ve beraberinde başka şeyler öğrenmek isterseniz tavsiyede edebileceğim bir kitap: Milyarlarca ve Milyarlarca(*)

12 Eylül 2008 Cuma

Sürdürülebilirlilik

Zor bir kelime: Söylenmesi zor, yazılıması zor. Hatta kendisi bile zor. Belki bugün dün yaptığım gibi yine saçmalayabilirim. Ama korkmayın çünkü fazla uzatmayacağım. Çünkü tek bir konuya dikkat çekmek istiyorum. O da başlıktaki sürdürülebilirlilik mevzusuna.

Şimdi ben burada bir takım tecrübe ettiğim konularda ahkam kesiyor gibi olabilirim. Doğru veya yanlış bunların bir önemi yok. Önemli olan sizin attığınız doğru adımları devam ettirebilme gücünüz. Örneğin vaktinizi iyi değerlendirmek için bir yöntem öğrendiniz. Bu sizin için ne kadar sürdürülebilir olduğunu bilmiyorsunuz. Yöntem şahane de olsa sizin için sürdürülebilir olması lazım. Denemeden de bilemezsiniz...:)

Demek istediğim yazdıklarımdan çok bunları sürdürülebilir kılmak önemli. Yoksa ağzınızla kuş da tutsanız bunun hiç bir yararı olmayabilir.

11 Eylül 2008 Perşembe

Tekerleği tekrar icat etmek ya da Açık Kaynak (Open Source)

Biraz da teknoloji... Gerçi duymayan kalmamıştır bunu. Özellikle Linux takipçilerinin iyi bir bildiği bir şey. Kısaca bir yazılım geliştirirken kodlarınız herkese açık ve isterlerse katkı sağlayabiliyorlar. Bu öylesine bir düzen içinde gerçekleşir ki ViewVC gibi yazılımlarla herkes ne yaptığını bilir. Gerektiğinde biz bunu niye yaptık dendiğinde açıklamalar okunabilir ve istenirse düzenlemeler geri alınabilir. Bunu geliştirici olmasanız bile gözlemleyebilirsiniz. Yani bir yazılım vücut bulma aşamasında neler yapıldığını herkes görebilir. Gördüğümüz tüm kodların kullanımı ise serbesttir.

Yazılım yazılırken tıpkı gerçek hayatta kullandığımız gibi bir takım kütüphaneleri kullanırız. Bunları okuyup öğrenmek için değilde gerektiğinde yazılımın oradaki kodu okuyarak bir işlevi getirmesini sağlarız. Böylece tekrar tekrar aynı kodlar yazılmaz. Aynı şekilde açık kodlu ortamda yazılan bir çok şey daha önce birileri tafından geliştirilmiş kodlardır.

Örneğin bir yazılımın gelişmişini kaldığı yerde devam ettirebileceğiniz gibi sevdiğiniz bir özelliği alıp, başka yazılımlardaki ile harmanlayarak kendi yazılımınızı icra edebilirsiniz. Yani tekerleği tekrar icat etmezsiniz. Tıpkı bu ay beta sürümü yayınlanan Google Chrome gibi harika yazılımlar çıkarabilirsiniz.

Yukarıda anlattığım durumu hayatımıza uyguladığımızda ise şu sonuç çıkıyor:

Herkes bir şeyler yapıyor ve bir ya da birden fazla konuda uzman. Siz uzman olmadığınız bir konuda kafa yoracağınıza veya yapılmış bir şeyi tekrar yapacağınıza uzmanına yani uzmanın elinden çıkmışa yönelmelisiniz. Sonuçta herkes lahmacun veya iskender yapamaz. Yapmak içinde çaba sarfetmeniz yaklaşsanız bile çok vaktinizi alacak. Cem Yılmaz'ın bir espirisinde dediği gibi "Burada yapılmışı var", yani her şeye burnumuzu sokmamak lazım.

Ancak gerçek hayatta işler Open Source gibi yürümüyor. Klasik mantığa aynen devam. Tabi parayı bastırdığınız zaman her şey elinizin altında...:)

10 Eylül 2008 Çarşamba

Uyku!

Evet Uyku... İlk olarak uyku ile başlamak lazım. Çünkü uyku hayatımızın yarısına yakınını alıyor. Eğer uykusuzluk sorunu ile muzdaripseniz, bu sizin için geçerli değil elbette. Ancak bu seferde işteki verimlilik düşerek bir nevi uykuda geçirdiğiniz zamanı kaybediyorsunuz.

Aslında uyku gereksiz bir şey değil. Bunu kısarak hayatımıza daha çok vakit kazandırmanın anlamı yok. Gerçi azaltmak için biliminsanları her geçen gün çalışıyorlar. Ama bir şekilde vakit kazansanız bile yukarıda bahsettiğim uykusuzların verim düşüklüğü söz konusu olacaktır. Öyleyse fazla uzatmadan şu sonuç çıkıyor: Herhangi bir uyku rahatsızlığınız yoksa mutlaka uyumalıyız ya da düzenli uyumalıyız.

Düzenli Uyumak...

Bu bize çocukluğumuzdan beri söylenir. Ama iş ve zevk için çiğnediğimiz kurallar arasında yer alabilir. Ama ne olursa olsun fazla uyumamak bence daha önemli. Çünkü fazla uyuduğunuzda bu sefer uykunun esiri oluyorsunuz!

Nasıl mı? Bilmem, belki uyuşuyoruz. Aslında hepimiz bunun ne demek olduğunu biliyoruz. Yani fazla uyuduğumuzda yataktan kalkamayacak kadar uyuşuk olmuşuzdur. Demek ki yol yakınken kalkmasını bilmeli.

Okuduğum bazı makalelerde bir anda kalkıp güne başlamayı önerirken ünlü birisinden duyduğum ve onun gözlemlediği kadarıyla kediler gibi kalkmalıymışız. Yani önce yuvarlanıp sırt üstü uzanır durumdayken vücudumuz germek, sonra esnemek, tekrar gerilmek, yuvarlanmak, hafiften gözlerimizi açmak ve artık tüm kaslarımızı gerip kemikleri yerine oturttuktan sonra kalkmak. Hatta kalktıktan sonra tıpkı kedilerin ön ayaklarını uzatıp gövdesini ters S harfi gibi yapmaları gibi tekrar gerilmek. Tabi kedi gibi değil...:)

Gerçi bu kalkış şekli kişiden kişiye göre değişiyor. Kimisi kahve içmeden ve/veya duş almadan tamamen uyanmış/kalkmış sayılmazken kimisi kalktığı gibi yüzünü yıkamadan giyinmeye bile başlayabilir.

Ama bu konuda anlaştık sanırım: Fazla uyumayacağız!

İyi Uyumak

Normal de uyusak, çok da uyusak, eğer kaliteli bir uyku çekmediyseniz yine bir faydası olmayacak. Bir nevi boşa kaybettiğimiz vakit anlamına gelecek. Öyle ya, dinlenemiyorsak uyuyup niye boşa vakit harcayalım. O zaman uyumadan evvel kahve gibi uyarıcılar içmemek, saat kolye gibi şeyleri üzerimizden çıkarmak hatta elektro manyetik enerji yayacak telefonlarımızı bile kapamak gerekecek. Bunun gibi bir sürü öneri var. Sanırım bu önerilere uymak bize kötü bir uykuda kaybettireceği zamandan daha çok olamaz.

İkinci uyku!

Belki şahsi olacak ama ben günde iki parça halinde uyuyunca kendimi daha iyi hissediyorum. Sanki uyku daha verimli oluyor. Bu sizin için geçerli olmayabilir ama denemediyseniz öneririm.

Aslında dünyaca bilinen Meksikalılar'ın Siesta (öğle uykusu) meşhurdur. Sadece onlarda mı Müslümanlar'ın Kaylule'si de aynı şey. Yani Araplar da tıpkı Meksikalılar gibi öğleyi uyuyarak geçiriyor. Tabi bu her iş kolu için mümkün değil. Kimisi de mide sorunları nedeniyle öğlen uyumamayı tercih edebilir. Çünkü öğle tatilinde genelde insanlar karınlarını doyurur. Ama yumuşak bir koltuk üzerinde şekerleme yapmanın ne mahsuru olabilir ki!

Malumunuz gün 24 saat! Bazılarımız daha çok olmasını istese de güneş tekrar aynı yerden doğduğunda geçen süre bu kadar. Yapabilecek çok şeyimiz yok. Ancak fırsatları iyi değerlendirmek bize zaman kazandırabilir. Evet, ikinci bir uykudan bahsediyorum.

Çoğumuz otobüste giderken uyuyan insanlar görmüştür. Hatta belki siz de ayakta olsanız bile bu şekerlemeyi yapıyor olabilirsiniz. Maalesef bu bir sorun çünkü insanlar geçmiş çağlara göre daha çok yoruluyorlar. Dolayısıyla işe gidiş gelişlerde uyuklamayı tercih ediyoruz. Açıkcası uzmanı değilim ve bunun faydası olup olmayacağını bilmiyorum. Ama yeteri kadar uyuduysanız ve kalitesi normalin altında değilse böyle bir şeye ihtiyaç duymamız lazım. Bu durumda sorunu gece uykularında aramalıyız. Yoksa çok mu geç yatıyoruz?

Eğer normal uyuduğumuz halde yine uyumak istiyorsak, o zaman gün içerisinde bir yolunu bulup 15 dakikalığına da olsa bir yerde gözleri dinlendirmeliyiz. Araplar ve Meksikalılar yapıyor da bizim neyimiz eksik...:)

Artık burada bitiriyorum çünkü çok çok uzun bir yazı olmuş. Okuyana helal olsun...

9 Eylül 2008 Salı

Vakit Yok

Hem var, hem dar, hem de yok. Yani vakit kavramı kişiden kişiye göre değişen göreli bir kavram. Bazıları (benim gibi) şikayet eder vakit yokluğundan. Bazıları çok çalışkandır ve neredeyse bir çok şeye vakit bulur. Ama ben bulamıyorum!

Nedenim:

Bu yüzden böyle blog açtım. Hem de kısa bir süre önce aklıma gelen fikirden dolayı. Çünkü vakit darlığına çözüm bulmak istiyorum. Bu konuda önerisi olanların veya benim bulduğum pratik önerileri toparlayacağım. Mümkün olduğunca kısa kesmeliyim ama şunu da söylemeliyim:

Varan1...

Blog'u açarken "vakityok" şeklinde açmak istemiştim ama kullanılmadığı veya silindiği halde açamadığımı gördüm. Ben de vakit kaybetmemek için "vakitdar" şeklinde adresi aldım. Belki adres kontrolü için fazladan bir dakikam gitmişti ve daha fazla vakit kaybetmemeliydim. Çünkü amacıma tersti! Ters olan bir şey daha vardı:

Varan2...

O da benim insan olup olmadığımı anlayan garip karakterleri girmem! Artık öyle zorlaştırıyorlar ki görüntüyü birden fazla defa güncellemek zorunda kaldım. Neyse ki sesli olanları da yaygınlaşıyor. İşte teknoloji denen şey ne yazık ki vaktimizden çalıyor...

Sonuç!

Sanırım bu yazıyı yazmak vaktimden yine 15 dakika çaldı. Ancak bir anda içimi döktüm ve rahatladım. Şüphesiz okuyanların daha az vaktini alacak. Ama bu önemsiz bile görülse anlattığım ve anlatacağım şeylerle birlikte toplamda çok vaktimiz gidiyor, öyle değil mi?